11 Eylül 2013 Çarşamba

Mesela




Olmaz diye bir şey yok, diyorlar. Sen iste yeter ki olur. Bilmiyorlar, bildiklerini zannediyorlar.
Şehrine gelip seni aradım. Yahu, sokak sokak! Kediler şahit, kuduz tehlikesi olmadığı kulaklarına iğnelenmiş köpekler. Hele ki martılar! Güldüler halime, çatıkatlarına bakmaktan ağrıyan boynuma.

Göztepe diye bir yer var, nefes orada mesela. Sırıtmak var salak salak, orada. Balık tutan abiler,ablalar ;hepsi orada. Bütün şehir içi otobüsler oradan geçiyor. Bence sen varsın diye; ama bilmiyorlar. Boşver!

Bir mesele var mesela içi senle dolu olan. Dolup taşmak üzere olan, dolup dolup taşamayan. Düşün saçmalığı! Ağzımı açıp dilime düşüp ortalığa döküleceğin var mesela. Ama onun yerine: " Bi' kahve mi içsek?"
"Sus! Hop, ağzını topla!" mesela.

"Sen kuşları çeksene beni çekeceğine!"
"Neden?"
"Kuşlar benden daha güzel."
...

Sıkılmışlığım var yokluğundan mesela. Şişkinliğim, bıkmışlığım,pişmanlığım... Bir sürü şey var, bir sürü şey çok; ama sen yoksun mesela.

Mesela " Ne olacak böyle?" var, "Canım nasılsın bugün?" yok. Çok sanatlı müzikler var mesela seni anlattıkları için sırf sanat dediğim.
Tükenmişliğimin, havanın sıcaklığı ile bir ilgisi yok, mesela. Sıkkın canım, ortaya karışık.

"Karı gibi dır dır etmek" diye bir şey var mesela;benim uzun, insanı yoran susuşlarım. "Kadınlar hiçbir şeyi unutmaz." mesela; benim gidip gelen aklım, yamultmak istediğim hafızam.

Bu şehir güzel ; ama içinde sen olduğun için daha da güzel. Düşün güzelliğini! Koca şehri nasıl yaşanacak hale getirdiğini! Çok ışıklı bir şehir var mesela "Hanfendi biraz ilerler misin?" diyen insanlarla dolu otabüsleri.
"Hanım kim efendim?"

Mesela sen varsın yanım... Mesele olmaman.
Mesela el yazınla doldurduğun bir mektup. Siktir et mektubu! Git, yazsan yeter. Mesele gidememem...

Hiç etmek var çokluğunu mesela; ama kendi içine kıymak, sana kıyamamak var. Var olan şeylerin üstünü çizip adını yazmak var mesela; ama sonrasında yutkunup: "Pardon, bir elli'lik daha açabilir misiniz?"

Seni düşünmekten yorgun düşen beynim var mesela; bunun yerine: "Biraz otursak mı gölgelik bulmuşken azıcık serinleriz?"

İşin özü şu aslında ; Seni çok özledim.


18 Ağustos 2013 Pazar

Kırmızı


Kanayan yerlerimiz için pansuman aramıyoruz. "Hekim yok mu?" da demiyoruz. Sessiz sedasız bekliyoruz. Odamızın turuncu tül perdeleri yok belki; ama kanayan yerlerimizle alabildiğine kırmızıyız. Şimdi anladınız mı neden kırmızıya bu kadar düşkünüz?

Dudağımıza sürdüğümüz kırmızıyı kendinize yontuyorsunuz; ama aldanıyorsunuz. Zaten önce aldanıp sonra aldatıyorsunuz. Sürdüğümüz kırmızı kendimiz için aslında dudaklarımıza ve parmaklarımıza; ama siz bunu da bilmiyorsunuz.
Bir kadının önce ağzına sonra gözlerine bakıyorsunuz. Gözlerimize bakarak kalbimizi görebileceğinizi bilmiyorsunuz. Zaten çoğu kez ağzımıza bakmaktan sıra gözlerimize gelmiyor.
Böylece aslında hiç tanışmamız oluyoruz ve buna bağlı tanıyamıyorsunuz da bizi.

Hiddetimizi de, sevgimizi de, acımızı da kırmızı'yla gösteriyoruz. Kırmızıyı merhem diye kullanıyoruz, saklanmak için kullandığımız kadar. Kurulan düşlerin pembe ile de bir alakası yok aslında.

Gülüşümüz kırmızı, ağlayışımız ise lacivert. Biliyor muydunuz?


http://www.youtube.com/watch?v=9JZ66IddORk

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Kuş Bakışı


Her şey ağaçta cıvıldayıp duran kuş seslerinin başının altından çıktı. Yoldan geçen arabanın ve bahçesini sulayan komşunun.

Benim suçum değil esasen aklıma gelmen. Ben, bunu anlatmaya çalışıyorum.

Aklıma gelmenin cumartesi günüyle de bir alakası olabilir; ama bundan emin değilim, düşüneceğim.

Şu gün, kim için nasıl bir neşe kaynağısın, bilmiyorum.
Ben kuş seslerini dinleyip huzur buluyorum ve bununla avunuyorum ki bunda çok başarılıyım.

Peki ya sen ?
Kim için "şakımak"tasın ve ne niyetle güne başlıyorsun?

"Merak" denen olgunun insanlar üzerinde kurduğu baskıyı araştırmalı birileri. Bunu ben yapamam, üşeniyorum.



http://www.youtube.com/watch?v=lC_qYMFi8PY

(Aynalardan kaçarken özlenmeyi beklemek ne kadar acı ne kadar komik ve ne kadar bana ait değil mi?)

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Bak Bi'




Pardon bayım aşk'a nasıl gidilir?
Yön bulma özürlüyümdür ben, bilmezsiniz siz. Hoş, nereden bileceksiniz.
Yardım istesem, ne dersiniz?
Sora sora Bağdat demişler...

Herkes bir şey diyor zaten. Benim de aklıma ne takıldı şimdi : Peki bir öpücüğün maksadı var mıdır bayım? Bir öpücük her zaman maksatlı mıdır? Maksat aşılınca ne yapılır?
Aşk'ı soruyorum size bayım, öpücüğe mi takıldınız? Takılmayınız, aşınız. Kızmayınız.

Peki, bayım eşlik mi edeceksiniz, adres mi vereceksiniz?
Ha, siz önce karar vereceksiniz.

Bir tutam cesaret uzatsam alır mısınız?

Evet, bayım  şimdi siz yüzünüzü mü çevireceksiniz bu yöne yoksa dönüp gidecek misiniz?



http://www.youtube.com/watch?v=tFtz2RKOK2k




14 Temmuz 2013 Pazar

Soru mu Sorun mu?






    ...
    Hayır. Merak etme beni sevmeyeceksin.
    Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun ki?
    Beni sevmeyeceksin; çünkü kendinle çok meşgulsün.
    ...

















                   

 http://www.youtube.com/watch?v=_nU8sYrAPrU

( Bir sigara yakmadan dinlemeyin, ayıptır.)

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Ayrım



Herkes aynı dünyaya bakıyor ama kimse dünyaya aynı yerden bakmıyor.

Bu yüzden müşterek yalnızlığımız tesadüf değil.    



















7 Temmuz 2013 Pazar

Şart'lı Şeyler




Hep eksik hissetmek... Nereye kadar? Bunca acı varken dururken hayatın tam ortasında "böyle" acılar niye? İnat edip gülelim mi fütursuzca böyle şeylere? Nefes alıp vermek ne zamandan beri yaşam belirtisi sadece? Bir yandan görünmek isterken ortalarda, diğer yandan saklanmak istemek niye geceden bile? Tek tahammül edebildiğiniz kuş sesleri mi sadece? Kuşlar da olmasa...

Tek ağrıyan göğüs kafesinizse ve bununla hiçbir doktor ilgilenmiyorsa, tek yapabildiğiniz ağrıyan göğüs kafesinize, başınızı özellikle sola çevirip bakmaktan ibaretse, anlaşılmayacağınızı bile bile konuşmak istiyorsanız, ağlamak istiyorken bunu beceremiyorsanız ve beceriksizliğinize kızıp lavabo sürterken buluyorsanız kendinizi, içinizin yanmasının ve kapkara kesilmesinin yaz mevsimiyle bir alakası yoksa, çikolata dahi haz vermiyorsa-ki çikolata diyorum-, anlaşılabilmek için daha somut sebepler diliyorsanız Tanrı'dan ve basit, gündelik sorunlarını anlatırken özeniyorsanız arkadaşlarınıza,  aslında hayatın içindeyken şutlanmışsanız, şutlandığınızı geç farketmenize ve kimin size bunu yaptığını bilmemenize hem şaşıyor hem de kızıyorsanız, bu kadar dışındayken hayatın içindeymiş gibi rol yapmak zorunda kalmak zorunuza gidiyorsa, askıda tuttuğunuz sadece elbiseleriniz değilse, daralan, pantolonunuzun beli değilse sadece, bulduğu her şeyden daralan bir de iç'iniz varsa, mor menekşeyi aklınıza hüznü getirdiği için sevmiyorsanız, üstünüze bulaşmayan tek şey sevinçse ve insanlar bunu baş aktör yapmışsa hayatlarında, beceremediğiniz onca şeye, geliştiremediğiniz akrabalık ilişkilerini de eklemişseniz, göz önünde biri değilken hep birilerinin gözü sizin üzerindeyse, mutluluk karışık bir salataysa ve sizin gözünüz sade ye kaçıyorsa sizi anlamak benim için zor olamaz.

Empati denen şeyi de hayatımdan çıkarmaya karar verdim zaten.

Neyse... Su kaynadı, ben çayı demleyeyim.




Lambaya Püf De!




Öfke söyleminden hiç bahsetmiyorsanız, gözünüzü kapıyorsunuz ve kafanızı çeviriyorsanız ona, bu iyi bir insan olduğunuz anlamına gelmez. Bu en fazla sizin karşınıza ama somut ama soyut hiçbir engel çıkmadığı anlamına gelir.
Engel sözcüğü zaten neşeli bir sözcük değil,  bunun farkındayım. Zaten kimsede bunun insanın içine bahar getirdiğini söylemeyecektir, size.

27 Haziran 2013 Perşembe

Kahvaltı



Bir sevişmenin sabahındaydılar yine. Konuşmadan kalktı yataktan Füsun. Orhan'ın uyanık olduğunu bildiği halde ses etmedi. Lavabodan sonra mutfağa gitti istemsiz, kahvaltı için. Kahvaltıyı beraber hazırlayan çiftlerden olmamışlardı hiçbir zaman. Kitaplarda, filmlerdeydi böyle şeyler.

Masaya bardakları, kahvaltılıkları koyduktan sonra bir sigara yaktı. Ne geceki sevişmenin sabahında ne de başka sabahlarda  öpüşmezlerdi. Bu da olmuyordu aralarında. Böyle bir ihtimal olsaydı eğer sabah sabah sigara yakmazdı, iç geçirerek.

Hangi ara bu kadar uzaklaşmışlardı? Orhan da farkında mıydı tuhaflığın ? Farkındaydı tabii. Hazsız sevişmeler, yapmacık orgazm çığlıkları...
Aslında ikisi de günah keçisi istiyordu, birisi kahramanlık yapsın ve kurtarsın ikisini de artık vasat bile olmayan ilişkiden diye. Orhan'ın da aklından bu geçiyordu, emindi Füsun. İki yıllık ilişkilerinde mutlu oldukları anlar, anıdan ibaretti şimdi.

Sigarasını söndürmeden önce bir şey farketti bir anda. Orhan ile aynı yatağa girmek, aynı masada yemek yemek, aynı banyoyu kulllanmak istemediğiydi bu. Aslında farkındaydı ama konduramıyordu. Evet, farkedişten çok kondurduğu bu şeyi söyleyecekti ona da.
Çayı demledi. Kaynayan yumurtayı ocaktan aldı. Dilimlediği domates ve salatalık tabağını masaya koydu. Ekmek kızarttı. Kızarmış ekmekleri de masaya koyarken mutfak kapısında kendisini izleyen Orhan'ı gördü. "Günaydın" dediler birbirlerine.
Masa hazırdı. Orhan'ın lavabodan çıkmasını beklemeden başladı Füsun kahvaltıya. Kızarmış ekmeğin üstüne önce peynir sonra reçel. Çayının da şekerini atmıştı ki  Orhan girdi mutfağa, çay koydu kendine. Füsun kalktı masadan, televizyonu açtı; sabah haberlerini dinlemek için. Hatalı sollama üç can almıştı.

Orhan ile arkadaşlarının evine yemeğe davetliydiler. İki gün öncesiydi. Hava yağmurluydu o gün ve arabanın silecekleri iyi çalışmıyordu. Trafik yine yoğundu. Önlerindeki kamyonun arkasındaki yazı dikkatini çekmişti. Kamyonun arkasında : " Azrail bile ayağıma gelecekse sen neyin tribindesin!" yazıyordu. İkisi de gülmüştü bu yazıya.

Kaza haberini dinlerken aklına gelen yazıya güldü birden. Orhan tuhaf bir şekilde baktı o esnada.Bir çay daha koydu kendine Füsun. İçine tek şeker. Ellerini de masaya. Kısacık hazırladı kendini konuşmaya. Orhan ise rafadan yumurtasını yemekle meşguldu.

Hikayelerinin artık hiç ilerlemediğinden dahası bittiğinde bahsetti Füsun. O da kör değildi mutlaka görüyordu zaten. Arada gözlerini Orhan'dan kaçıra kaçıra ne söylemek istiyorsa söyledi. Sustu sonra. Hem söyleyecekleri bittiği için hem de Orhan'ın diyeceklerini de merak ettiği için. Orhan bir iki dakika sessiz bekledi ve Füsun'a bakarak :
- Peki, istediğin gibi olsun. Ama unutma ; bu kararı sen verdin.
Sonra rafadan yumurtasını yemeye devam etti hiçbir şey olmamış gibi. Haberlerdeyse su altında evlenen bir çiftin görüntüleri vardı.




24 Haziran 2013 Pazartesi

Bu Hep Böyle


Sevgilim,
Bu satırlar sana, bu satırlar senin için. Muhattabım olarak sen dinlememişken beni bir başkasının dinlemesini, anlmasını beklemek düpedüz ahmaklık olurdu. Bunu en başından beri bilen biri olarak bu mektubu sana ; ama daha çok kendime yazıyorum.
Sevgilim hitabımdaki iyelik ekiyle avunuyorum bu gece.

Sana boyutsuz bir sevgi beslemenin çok zor olması beni epeydir düşündürüyor. Sevgi çıtı pıtı, zarif bir sözcükken nasıl bu kadar ağır, kaba bir hale dönüşüyor anlamıyorum. Ne sözcüklerin ne de duyguların bir kabahati yok demek ki.
İnadım ve ısrarım keşke başka konularda olsaydı. Ama maalesef...
En güzel keşke olduğunu hiç bilemeyeceksin. Zaten bilmek isteseydin konunun kendim olmadığı bir mektubu şu an kendime yazıyor olmazdım.

İki insanın arasındaki gönül bağında neler olması gerektiğini çok fazla bilemesem de neyin olmaması gerektiğini öğrettiğini de bilmiyorsun tabii. Kibir müthiş bir şey. İnsanın başını döndürüyor hatta insanın aklını başından alıyor. Neyse...

Bazı günler, bazı anlar her zamankinden daha fazla yer alıyorsun aklımda ve içimde. O anlarda kalbimin ortasına koca bir tır koymuşlar da gitmişler gibi oluyor ve nefes alamıyorum. Aklımda ve içimde diyorum çünkü senin orada olmana alıştım. İnsan alışıyor. Ve artık ısrar etmiyorum, neden bitmiyor, neden meşgul ediyor beni demiyorum. Böyle bu. Hep olacak bir şey. İnatlaşmıyorum artık kendimle ve varlığınla. Sorgulanan aşk da aşk olmaz zaten.

"Nasip, çok güzel bir ihtimaldir." demiş Güven Adıgüzel. Bana çok yavaş geçiyormuş gibi gelen o aylarda bunu gülümseyerek söylüyordum. Güven bunu diyordu ben ise hayat ihtimallerin toplamıdır, diyordum. Sen de beni dinliyordun. Sen ne güzel dinleyip ne güzel konuşuyordun.

Can'ım sözcüğü hiç kimseye bu kadar çok yakışmadı; ama sen bunu da bilmiyorsun. Doğum günün bugün. Yanında olmadım hiçbir yaş gününde; ama sen can'ımda oldun. Hep. Geçen yılda bu yılda. Seneye ve ondaki sonraki senelerde de bu hep böyle olacak.

Bazen çok yorulduğumu hissediyorum biliyor musun? Seni düşünmek, düşünüp de gelmeyeceğini, olmayacağını; seni bulamayacağımı bilmek, bulsam da bunun bir hükmünün olmayacağını tekrar içime işletmek çok zor oluyor. İdrak kelimesini farkından mütevellit tüm sözcüklere düşman olacağım geliyor. Ama bu hemen geçiyor. Sözcükler de olmasa ne kalır geriye? Seni anlatmak için hiçbir sözcük yeterli değil aslında. Değil de işte... Koca bir nefes alıyorum o anlarda. Sanırsın nefes almayı unutmuşum da sonradan aklıma gelmiş.
"İnsan yanmadan arınamaz." bunu sen demiştin hatırlıyor musun?

Senden bahsetmek istediğim anlar oluyor başkalarına kimi zaman. Ama bu sana ihanet gibi geliyor. Seni kendimden başkasını anlatırsam senden bir şey eksilecek gibime geliyor. Tuhaf değil mi? Biliyorum, öyle.

(Çok sevmekle bir insana kendinizi düşman belletebiliyorsunuz. Bilin bunu. Yaşamayın ama bilin.)

"Kafana göre bir hayat" seninkisi. Kiminle olmak istiyorsan onunla ol bugün de. Nasıl mutlu olacaksan öyle geçsin günün. Ve dediğin gibi sevgilim : "Gerektiği kadar gerektiği yerde ol" Ama sen hep ol, bilmediğim bir yerlerde.
Hep istedim. Hiçbir ihtiyaç bunun kadar mühim olmadı. Gözlerinden öpüyorum. Hiç görmediğim, göremediğim yazık ki göremeyeceğim gözlerinden.

Ve ;

Bahardı, sevgilim, bahardı,
ve bahtiyar olabilmek için
toprakta, havada, suda her şey vardı sevgilim,
her şey vardı,
her şey hazırdı." diyen Nazım içimi dağlıyor.

                     Saat : 01.36
                     Doğum günün kutlu olsun.
                     İyi geceler. Tüm gecelerin güzel olsun. En az senin kadar.




19 Haziran 2013 Çarşamba

Bir Akşam Yemeği



Sonay bürodan çıkmış, Özcan yazıhaneden. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelmiş o gün Sonay'a, gözü sürekli saatte. Akşamı düşündükçe heyecandan ve de tuvalete gidip durmaktan işlerini yapamadı doğru düzgün; çünkü bekleyemeyecek, açacak duygularını ona. Canı cehenneme kadın- erkek ilişkilerindeki kuralların! Hissedebilmek en zoruyken ve bunu başarmışken bunu dile getirmek için beklemek çok yersiz çünkü.
Özcan için ise rutin bir gün. Bir sonraki gün için kendinden istenecek dosyaları düzenlediği için memnun.Çok çalışmış ve haliyle acıkmış o da bekliyor akşamı; ama tabii Sonay'la aynı sebeplerden değil.

Günler uzadığından hava kararmamış henüz. Mesai bitimi... Caddeler kalabalık, bütün dolmuşlar ağzına kadar dolu; evlerine dönebilmek için sıra bekleyen insanlardansa söz açmanın hiç gereği yok.

Buluşmuşlar, tesadüfen tanıştıkları, mezelerinin yemekleri kadar güzel olduğu o restorantta. Ah şu başa bela tesadüfler! Tesadüflerin çok da matah bir şey olmadığını bilmiyor henüz. Bilmemenin verdiği saflıkla, ısrarcı; ama bu ısrar ızdıraba dönüşecek, haberi yok.
Kadın istekli, heyecanlı... O kadar samimi ki duygularında isteği de heyecanı da yüzünden dökülüp ayaklarından akıyor.

Özcan, bunların hiçbirini görmüyor; çünkü kadına bakmıyor. Ama bir dakika! Belki de gördüğü tek şey; Sonay'ın yersiz neşesi. Hatta bu yersiz neşe adamı rahatsız etmiş.
Zaten üzerine üzerine gelen bir eve girmektense kadınla buluşmayı daha uygun gördüğü için gelmiş. Adamın yalnızca birine ihtiyacı var. O "biri"nin kim olduğu pek de mühim değil.

Yemekler yenmiş, Sonay anlatmış durmuş işini, ev arkadaşıyla yaşadığı sürtüşmeyi, akan musluğun geceleri çok rahatsız ettiğini, kedisini...Özcan daha çok sessiz kalmış, kibarlık olsun diye gülmüş arada... Mezelere zaten diyecek laf yok ki yanında rakı...Buzlu. Söylemeye karar vermek bir aşama, söylemek başka bir aşama ki en zoru da sonuncusu. Onun için durmadan anlatmış, çareyi bundan görmüş. Üçüncü kadehte anca gevşeyen kadın aniden sorduğu soruyla şaşırtmış adamı :
- Hislerime dokunabilir misin?
Kadehinden bir yudum almış adam ve boğazını temizlemiş:
- İsteseydim eğer, denerdim. Başarıp başaramayacağımı bilmiyorum; ama elimde geleni yapardım. Ama bunu istemiyorum ki.
Sonay afallamış bir şekilde başını masaya doğru yaklaştırmış :
- Nasıl yani?
- Yani Sonay, hislerinle, duygularınla... Her neyi kastettiysen işte... Ve de haliyle seninle ilgilenmiyorum. Üzgünüm; ama gerçek bu.
- Anladım!..
Kadehi bitene kadar bir şey konuşmamış Sonay. Konuşmaya başlasa zaten ağlayacak, istiyor; ama cesaret edemiyor. Yemek için teşekkür etmiş,elini sıkmış Özcan'ın. Başının dönmesine aldırmadan kalkmış masadan sonra, Özcan'ı orada bırakarak.




11 Haziran 2013 Salı

İnsaf




_ Beni bu kadar çok sevme. Sevmek istesen de sana bunu veremem.
   Neden biliyor musun?
- Allah aşkına neden, söyle?
- Çünkü sen bembeyazsın.

Her hikaye aslında ortasından başlar. Beni sevme diyen bir adam, karşısında acıdan kıvranan ise bir kadın.
İnsaf beklediğimiz insanların insafsızlığına uğruyoruz hep. Bunu siz de biliyorsunuz. Zaten bildiklerimiz örtüşüyor, bilmediklerimiz bizi oradan oraya savuran.

Bu satırları okuyunca bitti gibi duruyor değil mi hikaye? Aşkına karşılık göremeyen bir kadın, el çek benden! diyen bir adam. Son, bu gibi değil mi? Hayır, değil.

Peki ne oldu o kadına? Adamı da merak edelim mi? İnsafsızlığına uğradığımıza insaf gösterelim mi? Merak etmek bir insanı, nerdedir, nasıldır demek...

Asıl bundan sonra başladı kadının hikayesi. Orada kaldı kadın, o akşamda,  kısacık konuştukları o loş sokakta kaldı. Günler geçti ve buna bağlı olarak haftalar da, yeni insanlar girdi hayatına, iş değiştirdi, mobilyalarını yeniledi evinin; ama o akşam ve kara bir kedinin aç karnını doyurmak için dolandığı o sokakta kaldı kadın.

Hiçbir zaman kendisini, sevgisizliğinden korumaya çalışan bir adamdan mı yoksa  "hayır" ı söyleyemediği için süslü cümlelere sığınan bir adamdan mı vazgeçmek zorunda kaldığını bilemedi, kadın. Bu bilinmezlik içine işledi zamanla. İşledikçe parçalandı, parçalandıkça dağıldı, dağıldıkça anadan üryan hissetti kendini.

Bir arayışa girdi, ne aradığını bilmeden. Hep eksik hissetti kendini. Yedi-içti olmadı, küçük gezilere çıktı hafta sonları olmadı, filmler izledi olmadı, dans kursuna başladı hiç yeteneği olmadığı halde. Ama yine de eksiklik hissinden kurtulamadı.

Hala arıyor o kadın ve hala ne aradığını bilmiyor. Her günün her sabahı yataktan kalkarken güne başlamak için geçerli sebepler bulmaya çalışıyor. Bazı sabahlar buluyor, bazı sabahlar ise bulamıyor. Hala şarkılar var dinleyemediği.

Ve hala geceler uyku tutmuyor. Çayı şekersiz içerdi, o da öyle. Onu hatırlatıyor diye vazgeçti, şekerli çaya alıştırdı kendini. Her şekersiz çay içini acıtıyor çünkü. Hala başka erkeklerin kahkasını onunkine benzettiğinde eli ayağı titriyor.

Ve kadın şu güzel yaz gecesinde, balkonunda sigarasını yakmış, bol ışıklı şehre bakıyor ve gecenin nasıl biteceği düşüncesi beynini kemiriyor.

Adam mı? İnsafı hak etmiyor bence. Sizce?








10 Haziran 2013 Pazartesi

Omuz


Bahçede kasımpatı, sen aklımda. Zaten aklım sen, büsbütün.
Az sonra sen gireceksin mavi aşınmış kapıdan. Hafif meltem önce kokunu getirecek bana, sonra sen geleceksin geniş gülümsemenle. Gülümsediğinde alnındaki geniş damar da belli olur senin. Gözlerim, dudaklarınla eş değer alnına kayacak.
Sen saçlarımı öpeceksin, ben omzunu.
Omzun huzur, omzun söz, güven omzun.Omzun özlem kimi zaman.













http://www.youtube.com/watch?v=-dE9ZPyjcz0







Omzun sevgilim, omzun hayatın devamlılığını sağlayan atar damar bir yerde. Sahi ne denli mühim olduğunu biliyor mu omzun?

7 Haziran 2013 Cuma

Telefon




Biliyorum, sen de özlüyorsun beni. Ah, evet kabul ben böyle olmasını istiyorum. Özlemiyorsun da belki arada aklına geliyorum. Ama asla benimkinden daha fazla değil.

Bana konuşma fırsatı vermeden -biraz da benim zorumla belki- aramızda kurulan bağı kopartalı epey oldu. Dört mevsim devirdik, düşün artık.

Günümüzde Tayland'dan haber almak bu kadar kolayken senden haberim yok, ses seda yok. Tuhaf değil mi? Bir an böyle düşününce çok kızıyorum. Ama kime ya da neye kızdığımı ben de bilmiyorum.
Rehberimde, çevirsem açmayacağını bildiğim bir numaran; elimde, ziline bassam kapıyı suratıma kapatacağın ya da hiç açmayacağın adresin kaldı. Aklımda bir-iki anı, zorundan... Hem öyle romantik, düşününce gülümsediğim anılar da değil.

Ama yine de içinde bir yerlere dokunduğumu, dokunabildiğimi biliyorum. Arada, ama çok arada sessiz telefonlar alıyorum senden. Ülkenin ateşli olduğu zamanlarda... Hoş, hiç düşmeyen bir ateşi var ya ülkemin, neyse o da ayrı bir konu.

Nereden mi biliyorum bunu? Bilmiyorum; ama biliyorum. Kendince iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyor, merakını yatıştırıyorsun. Eski bir arkadaş, bir aşık, bir baba gibi... Evet, baba gibi.
( Gülmeyin, arıyor biliyorum.)

Yapma! Sokaklarda yürüyüp boğazı yırtılana kadar bağırmış mıdır, diye düşünme. Ülkeyi teslim alan fırtınada başına bir şey gelmiş midir, diye yoklama beni. Biliyorum, yapıyorsun.
Yapma! İçimdeki uyuşturduğum yerini hatırlatma bana. Sırf sen ara diye kendimi; doğal afet, sıcak gündem sipariş ederken görmek istemiyorum Tanrı'dan.








5 Haziran 2013 Çarşamba

Tohum




Hayatın aşkla yürüyeceğine inanlardanım ben. Hayır, efendim! Öyle çocuğuna duyduğunuz sevgi, mesleğinize olan bağlılığınız falan değil, aşk.
 İçinize ektiğiniz tohumun filizlenmesini beklemek, aşk. Tohumun topraktan çıkmasını beklemek; acıyı, uykusuz geceleri, sinir harbiyle beraber yersiz gülmeleri, nefes alıp vermekten başka bir şey yapmadan geçirdiğiniz günleri de beraberinde getiriyor.

Filizin yeşermesi, büyümesi, meyveye durması ise ayrı bir olay. Bunların hepsi sabrı öğretiyor. Zaten sabır aşktan geliyor.Ya o meyveyi dalından koparan olmazsa? Ya kendiliğinden dökülürse ağacınızın meyvesi? Ah!

İçim acıdı, birden, şu an. Aşk ile acı neden hep yan yana? Başka türlüsü mümkün mü? Eğer öyleyse, yani mümkünse bunu görmeden ölmek istemiyorum.








18 Mayıs 2013 Cumartesi

Ah!






hastayım dediğinde bir erkek,
kıyamam, kendine dikkat olur mu'dan öteye geçemeyen kısa mesaj budalaları..

artık havalar soğudu, sıkı giyin bak diyen yapmacık ağızları
dişleriyle birlikte asıyorum tutumsuz davranışlar vestiyerine...
gelemeyecek kadar meşgul olan sevgililerin
rol icabı kısa mesajla verdikleri o unutulmaz sadakat sözleri, siktirin gidin..

sonra hastayım dediğinde bir kadın,
aklına neyin var demekten önce regl olma ihtimalini birinci plana koyup
işimiz haftaya kaldı planlarını yapan bacak arası kuklaları..

demişler ki dünya kadar malınız olacağına fındık kadar,
yok küfür yok
yüreğiniz olsun diyecektim...

köpeğinizi gezdirir gibi elini tutup gezdirdiğiniz ve
beni seviyor, ne dersem yapar düşüncesinde seviyorum dediğiniz adamlar
bir haftada kıvama gelir ya da iki birayla dediğiniz kadınlar
ilk günden oldukça yol katedip samimiyetin amına koyanlar
ve siz,

hepiniz...
aynı telefondan aynı mesajları kaç farklı numaraya gönderdiniz kimbilir,
kaç kılığa girdiniz, kaç kez şekil değiştirdiniz,

siktir edin,
nasıl olsa kimse bilmiyor...  / Gökhan İnesi=Panşehir







14 Mayıs 2013 Salı

Bugünün Canı Cehenneme !






Kayda geçmeyen mutluluklarımız var ama acılarımız için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Ondan işte bizi tanımayan birine kendimizden bahsetmeye başladığımız zaman anlatmaya önce acılarımızdan başlıyoruz. Belki de acılarımızla besleniyoruz, kim bilir ! Acıya varız, acıdan varız.

Hepimizin yaraları var. Kimseye gösteremediğimiz, açıp saçtığımız ama kimselerin dönüp bakmadığı yaralar bunlar. Utandığımızdan göstermek istememek, bir de alışmadığımızdan; nasıl yapılır, nasıl ortaya dökülür bilmediğimizden. Bağıra çağıra, feryat ede ede kendimizi paraladığımız, panayır yeri gibi süsleyip ilgiyi üzerimizde toplamaya çalıştığımız; fakat bir türlü dikkat çekmesini başaramadığımız yerlerde olan yaralarımız var.
Acılarımızı kim dinler, yaralarımızı kim sarar? Başka bir insan mi? Hani nerede? Arayalım mı? Aramakla ömür geçiyor, bilmiyorlar mı?

Yeşil ojelerim yok, parmak arası terliklerim de. Gülmek için nedenlere ihtiyacım var ; ama bunun için bir erkeğe ihtiyacım yok. Siyah taytı geçirmemekte ısrarım var kalın bacaklarıma. Belki de tek anarşist olduğum konu bu. Mevsim ayırt etmeksizin  acı hissedebilen bir bünyem var, konu farketmeksizin. Çok eksiğim değil mi?



























9 Mayıs 2013 Perşembe

Kadınca Haller




Sevmenin önü ardı olur mu? Var mıdır yönü? Kendimizi bu eylemin vereceği acıdan saklıyoruz da ne oluyor?Odalara kapansan ne faydası var? Peki, neden bu inat? Israr edilmesi gereken onca şey varken neden bunda inat ediyoruz?

Acıyı bile bile sahipleniyoruz, göğsümüzün üstünde tutuyoruz da ağzımızdan çıkan dumanlara neden hayret ediyoruz?
Kaç kere kırılıp kaç kere yenileceğiz daha? Ben bu sonu bir yerden hatırlıyorum hissini hep bu kadar kısa vadede mi hissedeceğiz? Ağlama ile gülme isteğinin arasında gidip geleceğiz de dengeden mi bahsedeceğiz bir de?

Soruları soran ama cevap alamayan yine bizler mi olacağız? Burnumuza yanık kokusu yeni mi gelmeye başladı yoksa hava diye soluduğumuz yanık kokusundan mı ibaret?
Başka birinin avuttuğumuz yaralarıyla avunuyoruz. Aldanış da yorucu bir sözcük değil mi? Ne de güzel aldanıyoruz sözcüklere, ses tınılarına, insanlara... Aldanmaya olan bu merak nereden hasıl olmuş ki? Peki ya ne yapmalı?

Daha kendimize yetemiyorken nasıl düşünüyoruz bir başkasına yetebileceğimizi, yetebildiğimizi?
Kullanılan sözcükler var etkisi konuşurken müthiş olan. Bence herkes her sözcüğü kullanmamalı. Anlam sözcüğündeki harf toplamı kadar beyin imlemi bulunan insanların dağarcığı genişletilmeye çalışılmamalı yok yere ve de. Bunlar diğerlerine zarar.

Sonunu kestire kestire yürümek bir yolda sadece kadınlara mahsus. Zaten ne oluyorsa kadınlara oluyor.
Yahu, biz kadınlar kendimizden ne istiyoruz? Aklımızı pamuklara sarmalı, çocukların (!) yetişemeyecekleri yerlere koymalı, gün ışığından korumalı, uyuşukluğunun geçmesini beklemeli, flu görüntünün netleşmesi için azıcık sabretmeli.

Kadınlık da zor, kadınca sevmek de. (Sevmenin cinsiyeti mi olur demeyin, oluyor. Ben gördüm.) Sevmeye bu kadar sevdalıyken, aldanmak da zor. Sevmeye sevdalı, aldanmaya düşkünüz. Ve fakat acıdan da geri durmuyoruz. Düşkünüz, müşkülüz ve bittabii memnunuz. Acıdan, acıya memnunuz. Kadınlığımızdan hepsi. Eksikliğimiz belki bundan, belki de eksiğimiz yok da kusursusuz.






21 Nisan 2013 Pazar

Orhan'a Mektup


Canım Orhan,

Canım dedim, evet; "can" olman sebebiyle...
Bende bir haller var Orhan. Haller ben de evet, yazdığımın arkasındayım fakat bu haller seninle ilgili. Ondan işte sana yazıyorum.

Kafam hep karışıktır Orhan, bu yeni değil; ama iç sesimin yersiz bir ısrarla adını sayıklamasından beri kafam daha da karışık. Bu sayıklamalar ne zaman başladı diye sorarsan buna cevabım yok; ama sayıklanan ismi uzun zamandır net bir şekilde duyuyorum. Hayırlı olsun !
Şaşırdın değil mi? Bu yarım ağız gülümsemede alay mı var yoksa? Soru sorduğuma bakma, cevaplarınla ilgilenmiyorum ben aslında.

İçinde sen'i barındıran halimle diyorum ki senden bir beklentim yok. Biliyorum, katkın olmayacak; zararın dokunmasın yeter. Bu erken kabulleniş mi? Evet! Kabulleniş her zaman yenilgi değil işte. Kabulleniş: Rehavetin getirdiği rahatlık. Kabulleniş: Bir sonuca, sona varma.

Bunlar benim hislerim, cümlelerim. Sakın bana ama'lar gelme Orhan! Ama'lardan çok var. Ama'larla başlayan cümlelerle eski çağlardan "o kent" kurulabilir, biliyor muydun ?
Ama'lı cümleler; kibarlıkla budalalık arasında bir yere koyar, konuşan insanı. Yazık! Bazen farkına varmadan bazen de bilinçli yüzüne tükürürsün karşındakinin. Ah! Şişen egonun verdiği zevkten, gözlerinin kısılmasına bağlı karşındakini çift görürsün. İşte onun için konuşacaksan "böyle" başlama cümlelerine, başlama ki farkın olsun.

Biliyor musun Orhan, beni hayattan öte, hayattan önce insanlar yoruyor. İşte ben de yorgun düşen azınlığın içindeyim. Çoğunlukta olan bir azınlık söz konusu; ama ses etmediğimizden azınlık olarak görünüyoruz. Devinim gerek, farkındayım.

Dünya aşık olanlar ve aşık olduklarını zannedenlerle dolu ve yazık ki ikincisi çoğunlukta. Apış arasına bulaşan meniye aşk diyen, sonra da "öyle şeyleri" tasvip etmeyen günümün akil insanı; ironinin hası, an itibariyle. Biliyor muydun? Değişen çok şey var, Orhan.
Kızgın gibi mi gözüküyorum? Öyle değilim aslında. Beni bilmediklerim kızdırıyor. Bunlar bildiklerim, yanılsama da olabilir, bilemem.

Ben ne çok şey bilmiyorum, Orhan. Cevabını bilmediğim, cevabını aradığım sorular var. Birkaç şey biliyorum ama bildiklerimin hangi soruların cevapları olduklarından bi-haberim. Bu hep böyle midir? Bunlar hep... Neyse.
Evet, yazma sebebim bendeki sana dair hal'le ilgili, haller hissettiklerim; bunlarsa düşündüklerim.

Bazen yarım olan şeyler daha güzel. Orhan sen şiir gibi adamsın, iyisi mi sen öyle kal. Bense doğru kelimeyi bir türlü bulamadığından, yazarının yarım bıraktığı "o yazı" olduğumu bilip köşeme çekileyim.
Oktay ve Cevdet'e selam eder, senin de gözlerinden öperim.




( Günlerden pazarsa, gün güneşliyse ve buna rağmen insan kendine acı verebiliyorsa en bilinçli küfürleri hak ediyor demektir!
Mevsim bahar ve aşktan bahsedeceksem Orhan Veli'ye yazayım istedim. Ama ne bahar ne de Orhan kar etti. Yapamadım! )

(Ya olmayan anıların acısını çekiyorsak Yaşar Kurt?)

8 Nisan 2013 Pazartesi

Bir Mesele Var



Allah'ım ben iyi değilim. Neyim var sana sormalı aslında. Çünkü ben bunun nedenini bilmediğim için sana soruyorum ve haliyle sana yazıyorum. Görünürde hiçbir şeyim yok, kötü olmak için bir sebep yok yani. Ama ben kötüyüm, iyi değilim.
İnsanlar Allah'ım insanlar bana hiç iyi gelmiyorlar. Her defasında bir öncekinden daha kötü olarak insanlara yeniliyorum. Yeniliyorum, eriniyorum, eriyorum. Her defasında aynı, insanlar ayrı ama son aynı oluyor. Yıldım Allah 'ım. Şu an ağlıyorum ve bunu bir tek sen biliyorsun. Sana yazarken ellerim titriyor, ellerim üşüyor.
Bilmiyorum neden yapıyorsun bunu yani neden hep beni üzecek insanlar gönderiyorsun bana? Tamam, tartışmak değil niyetim. En azından arada seçici olmamda yardımcı olsan.
 Beni üzecek,incitecek, kıracak, delip geçecek insanlar seçiyorum. Seçmekle kalmayıp içime yerleştiriyorum. Kiracı olup olmayacaklarını en başından mı sormalıyım ? Mevsimlik işçi kabilinden olup olmadıklarını sorsam çok mu ayıp olur ?
Ben, körüm Allah'ım. İnsanların bencilliklerini, çıkarlarını, riyakarlıklarını göremediğim için amayım. Tüm bunları yerleştirdiğim içimden çıkmaya hazırlanırken gördüğüm içinse aptalım. Yolda karşılaşmasak giderken "Allah ısmarladık" bile demeyecekler biliyor musun? Biliyorsun tabii, soru olmamalı benimki de.
Bilmek midemi bulandırıyor Allah'ım ve evimin odalarına sığamıyorum. Dışarıda yağmur var. Yağmur ki bana huzur verir, o bile bu gece benim içimi deşiyor, beni üzüyor. Ağlamak istiyorum Allah'ım. Böyle hüngür hüngür, salya sümük ağlamak istiyorum ama bunu da yapamıyorum. Boğazımda bir şey var Allah'ım. Yutkunuyorum ama boğazımdan aşağı geçmiyor ve bu benim nefes almamı zorlaştırıyor.
Allah'ım neye üzülüyor, kahroluyorum biliyor musun ? Ben bunların hesabını kimseye soramıyorum, kimseyle paylaşamıyorum. Yani el sallayıp gidenin arkasından ( karşılaşmasak onu da yapmaz ya ! ) " Ne iş arkadaş?" diyemediğim gibi bir de su dökmediğim için azar işitiyorum.
Allah'ım neden böyle oluyor? Yanlışı nerede yapıyorum sence? Midem hala bulanıyor, ben ağlıyorum; ağlayınca kızaran burnumun komik olduğunu bile bile ağlıyorum. Ama sessiz ve de kesik kesik. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istediğimi ama beceremediğimi yukarıda belirtmiştim.
Sence şimdi ne olacak ? Bu gece ben nasıl sabahı edeceğim? Ne zamana kadar organlarımın yerlerinde parçalanıyor gibi hissedeceğim ? Ne zaman düzenli nefesler alacağım?
Yorgunum Allah'ım. Beni hayattan öte, hayattan önce insanlar yordu. Sanırım insanlara yaklaşmamalıyım uzunca bir süre.
Uzak dursam her şeyden bir süre. İlişmese kimse bana. Ses etmeseler, yok saysalar beni. Açıkçası yok sayılmam yeni bir olay olmazdı.
Allah'ım şu an üzüntüme tek şahit olan sensin. Halim bu. Gel, bir şeyler yapalım !

7 Nisan 2013 Pazar

"Bir Hal"in Gerekliliği










Reddedilişinin acısını başka bir kadının koynuna, içine girerek hafifletemezsin. Yüzleşmen gerek o acıyla ki kaçman yersiz. Hissettiğin acı sebepli bedeninin ve hatta usunun acı çekmesine katlanman lazım.

En zoru gecedir ya. Gecenin bir köründe uyanman lazım sebep yokken. Nefes alamaman lazım oksijensiz kalmış gibi. Balkona çıkmanın anlamsız olması lazım, rahatlaman için.

Ağlama isteğinin gelmesi lazım içinden, mide bulantısıyla beraber ama ikisini de becerememen lazım. Tanrı'ya yalvarman lazım, bu acıya bir son vermesi için. Yine aynı gece, delirip delirmediğini düşünmen lazım, hafif bir şüpheyle.

Telefona gitmesi lazım elinin. Bütün listeyi didik didik etmen lazım, arayıp konuşacak birini bulmak için. Saatten hem, konuşmanın yersiz olacağını anlamandan bir de vazgeçmen lazım.

Vaziyetinin vehametini görüp, hadi farkına varmak diyelim gülmen lazım sessizce ve yersizce.

Demem o ki tanımadığın bir kadına sığınmaman, acını kasıklarından çıkarmaya çalışmaman lazım. İşin özü kaçmaman lazım kendinden ve de acından. Kaçmaman lazım ki acının bir anlamı olsun.




4 Nisan 2013 Perşembe

Müstehak





Çok zeki olduğumu hiçbir zaman söylemedim. Fakat kullandığım, kullandığımı sandığım - kimi zaman beyin hücrelerimin azaldığını düşünsem de- kafamın içinde az biraz akıl mevcut. Buna itirazım yok !
O akıl ki olacağı,olmayacağı, eksiyi, artıyı; iyiyi, kötüyü güzeli,çirkini söylüyor. "Hişt! Kırmızı alarm. Kaç ordan, uzaklaş." diyor. Ne güzel ! Koruyor seni yani bir yerde, süper kahraman bir nevi. Mis !
Ama neden o akla sahip olan bu aciz kul bu bilgi kırıntılarını kullanmıyor, sonradan yorganlara sarılacağını biliyor da kahraman ilan ettiği aklına neden sarılmıyor, yeşil ışık yakmıyor?
Bu görmezden geliş, bu kafa karışıklığına bağlı yorgun hal de ne? İnsanın resmen bedeni acı çekiyor ki bunu abartmadan söylüyorum, hem de hiç !
Neden aklımın olur/ olmaz/ iyi / kötü / makul / abes dediği şeyleri düşünüp idrak edebiliyorum da iş icraata gelince yine aklım bana gol atıyor?
Bir an duruyorum ve de müstehak aslında bu hal sana diyorum. Ve ama acı çekiyorum !




Sen ne güzelsin kadın. Susma kadın, susma da söyle !

31 Ocak 2013 Perşembe

Bağ



O üzüm bağında oturuyoruz seninle, yerde. Akşam üstleri o kadar sıcak olmuyor. Rahatsız etmeyen güneş beni mayıştırmış, gevşemişim. Yanımda sen. Üzerinde her zamanki siyah tişörtün. Siyahı seversin en çok. Konuşmuyor, susuyoruz. İkimizde başka şeyler düşünüyoruz, başka sebeplerden dalıyor gözlerimiz uzaklara. Neden sonra konuşmaya başlıyorsun. Bu tok sesi ömrüm boyunca dinleyebilirim, mühim değil söyleyecekleri diyorum kendi kendime. Sen konuşuyorsun, sessiz olan bağ daha da sessizleşiyor. Kim bilir belki de bana öyle geliyor.
- Sana hiçbir şeyin sözünü veremem, hiçbir şey söyleyemem. Diyorsun.
O tok sesini ömrüm boyunca dinleyebileceğimden haberin yok tabii.
-Peki, öyle olsun. Diyorum. 
Dış sesimi kısıp iç sesimi açıyorum. Kuru bir dalla toprağı eşeliyorsun. Seni izliyorum. Ellerinin ne denli güzel olduğunu biliyor musun?
Açtığım iç sesim konuşuyor sonra ama seninle değil. Beklemek diyorum beklemek, ne yorucu bir sözcük ! İnsanlar diyorum bir şeyi ya da bir insanı bekliyorlar. Ama haberleri yok beklediklerinden.Yani somut değil her zaman bekleme eylemi. Herkesin farkındalığı da yüksek değil bir de. Bilmiyor kimse ne beklediğini, düşünmüyor niçin bekleyeceğini. 
Söz vermemek, verememek beklemeye engel mi? Beklemek için müsade alınmalı mı?
Senin haberin yoktu, bense farkında değildim ama ben seni bekliyordum. O tok sesini ve güzel ellerini... İç sesim yorgun düşüyor, susuyorum sonra.
Sen toprağı eşeliyorsun ben seni izliyorum. Sıkılmış olacaksın ki atıyorsun kuru dal parçasını yere.
-Gidelim artık. Diyorsun.
Ben cevap vermiyorum. İç sesim yorgundu, dış sesimse gerek duymuyor cevap vermeye. Kalkıyoruz oturduğumuz yerden. Arkamı dönmeden önce son bir kez daha bakıyorum o geniş üzüm bağına.
Sonra sen önde ben arkada, ardınsıra...





23 Ocak 2013 Çarşamba

Seç tarafını !






Unutmak için yazmak gerek.
Hatırlamak içinse konuşmak.
Ortası yok.
Ya unut ya da hatırla !
Peki ya acı?
Her eylemin içinde nasıl yer buluyor kendine?
Acı sinsi, bir o kadar da uysal.










18 Ocak 2013 Cuma

Özlem



Her sabah aynı saatte kalkıyor, aynı metroyu kullanıyordun. Saatlerce çalışıyor-işini hiç sevmesen de- yine en  iyi işi sen çıkarıyordun günün sonunda. Dönüş yine aynı saatte. Eve giriş saati aynı. İzlenecek programlar, takip edilecek sosyal ağlar belli akşam için.
Yine ucuz şaraplar içiyor musun? Tek dikkate aldığın kendi keyfin mi yine? Umursamaz tavır, kimseyi istemeyen yanında yöresinde, ihtiyaç duymayan kimseye, yine aynı çekicilikte mi? 
Hafta sonları iple çekilen günler mi? Dolabında çikolatalı pasta var mı yine? Sen her çeşit mezeyi seversin, yiyor musun yine saat farketmeksizin? Balık seversin sen bir de yiyorsun değil mi?
Kulaklığını takıp kulağına yürüyor musun saatlerce sokaklarda? Dedim ya kimseyi umursamayan tavrını...
Bir de çamaşır sermelerin var pek meşhur. İlle akşamları olan. Kıraç dinlediğine şahit olmuştum, Charles    Bkowski okursun.
Bütün insanlar senin için aynı değersizlikte, hepsini aynı ilgisizlikle karşılıyorsun. Dilerim bu da değişmemiştir. Aksi halde ne yalan söyleyeyim üzülürüm.
Çok zaman geçti ama sen geçemedin içimden, çıkamadın aklımdan. Arada yoklar senli düşünceler, düşler. Mazi denen şey hep iyi olmuyor.
İyi olduğunu umut etmek istiyorum, iyi olmanı diliyorum. O tok kahkahan kulağımda! Ah, şimdi duymak vardı sesini eskisi gibi. Kahve içmek vardı karşılıklı.
Kifayetsiz, duygusuz, ruhsuz, küstah, kayıtsız baktığın gözlerinden öpmek vardı, olmadı. Bazen olmaz. İstemek yetmez.



(Senden dinlediğim ama seninle dinleyemediğim şiirdir.Hatırlamasan da...)

13 Ocak 2013 Pazar

Kımıltı

    

  

İçimde karıncalanan kelimeler var. Kımıl kımıl kıpıldayan... Ama buna rağmen beni rahatsız etmeyen. Ah evet belki bazen. Ama bugün değil, bu gece değil.
Karıncalanan, kıpırdanan kelimeler var ama onların hangi kelimeler, kelimelerden türeyecek cümleler olduğunu bilmiyorum. Bilmemek bazen iyi bazen kötü.
İnsan ne çok şey bilmiyor. Ben ne çok şey bilmiyorum. Bilinmeyenlerin ya da bilmediklerimin sayısı neden artıyor her geçen gün ? Yoksa bana mı öyle geliyor. Tabi ki bana öyle gelecek. Mevzu ben değil miyim
Daha az, çok daha az "ben" ile başlayan cümleler kullanmalı, buna uygun sözcükler seçmeliyim. Belki "ben"den kurtulabilirim. Belki çoğaltabilir, güçlenebilirim.



9 Ocak 2013 Çarşamba

Orası



Sözün ötesinde bir yer var.
Kimsenin bilmediği, görmediği...
Bulamadığı,
Bulsa da yaklaşamadığı
Yaklaşsa da fazla sokulamadığı,
Sokulabilse de ötelendiği.
Sözün ötesindeki o yere gitmek gerek.
Şimdi, hemen, beklemeden !
Sonrası umman...
Ne çıkar?